11 Ocak 2013 Cuma

Dini Kavramlar Sözlüğü (Diyanet)



Dini Kavramlar Sözlüğü 
 

ÂYET
Sözlükte "açık alâmet, işâret, emâre, iz ve nişâne" demektir. Çoğulu ây ve âyât'tır. Allah'ın varlığına delâlet eden şeylere ve peygamberlerin hak olduğunu ispat eden mucizelere de âyet denir. Kur'ân'da bu kelime; aynı temel anlamları içerecek şekilde mucize (Bakara, 2/211; Mü'min, 40/78), alâmet (Bakara, 2/248), ibret (Nahl, 16/11), acâib iş (Mü'minûn, 23/50), delil (Rûm, 30/20-25; İsrâ, 17/12) ve Kur'ân âyeti (Nahl, 16/101) karşılığı olarak kullanılmıştır.

Kur'ân, sûrelerden, sûreler de âyetlerden oluşmuştur. Âyet, sonu ve başı belli olan, uzun veya kısa, bir harf veya birkaç kelime veya cümleden oluşan Allah'ın sözlerine denir. Her âyet Kur'ân'dır. Anlamlı en kısa âyet bir kelime olan ve "yemyeşil" anlamındaki "müdhâmmetân" dır (Rahmân, 55/64). En uzun âyet ise bir sayfadır (Bakara, 2/282). Fâtiha sûresinin başındaki besmele dâhil, Kur'ân da 6236 âyet vardır. Diğer sûrelerin başlarındaki âyetler, sûreleri birbirinden ayırmak için konulmuştur, o sûreden birer âyet değildir. Âyetlerin son kelimelerine kendisinden sonra gelen âyeti ayırdığı için "fâsıla" (çoğulu, fevâsıl) denir. Âyetlerin sûrelerdeki dizilişi vahiy ile belirlenmiştir (tevkîfî). Âyetlerin bir kısmı Mekke'de bir kısmı da Medine'de inmiştir. Manalarının anlaşılırlığı bakımından âyetler muhkem ve müteşâbih kısımlarına ayrılmakla birlikte (Âl-i İmrân, 3/7) sağlam ve güzel olma bakımından bütün âyetler, muhkem ve müteşâbihtir (Hûd, 11/1; Zümer, 39/23). İlk inen âyetler Alâk sûresinin ilk beş âyetidir. Son inen âyetler hakkında görüş birliği yoktur. Bakara sûresinin 278 ve 281, Nisâ sûresinin 176, Tevbe sûresinin 128-129, Nâs sûresinin 1-3 ve Mâide sûresinin 3. âyetlerinin son inen âyetler olduğu söylenmektedir. (İ.K.)

AHKÂMÜ'L-KUR'ÂN
Kur'ân hükümleri anlamına gelen "ahkâmü'l-Kur'ân"; ibâdet, muâmelat, keffâret ve ukûbât ile ilgili âyetlerin yorumunu konu edinen bilim dalına ve bu dalda yazılan eserlere denir.
İslâm bilginleri ahkâm âyetlerinin sayısını belirlemeye çalışmışlar ancak bir sayıda ittifak edememişlerdir. Çünkü âyetler Kur'ân'da ayrı gruplar halinde yer almadıkları gibi bir âyetten birden fazla hüküm içerebilir hatta kıssalarla ilgili âyetlerden bile dini hükümler çıkartılabilmektedir. Bu sahada eser yazan her âlim ilmi nispetinde âyetleri ele almış, bu yüzden ahkâmü'l-Kur'ân adlı eserlerde yoruma tâbi tutulan âyet sayısı farklı olmuştur. (bk. Fıkhî Tefsîr) (İ.K.)
AKSÂMÜ'L-KUR'ÂN
Kur'ân'ın yeminleri anlamına gelen aksâmü'l-Kur'ân, Kur'ân'da geçen yeminleri konu edinen tefsîr usulünde bir bilim dalıdır. Kur'ân'da çok yemin kullanılmıştır. Yüce Allah; kendi adına, peygamberlere, Kur'ân'a, meleklere, kıyâmet gününe, göğe, aya, güneşe, yıldızlara, geceye, gündüze ve zamana... yemin etmiştir. 17 sûre yeminle başlamaktadır. Kur'ân'da birçok gerekçe ile yemin edilmiştir. Meselâ, Allah'ın tekliğini (Sâffât, 37/1-4), Kur'ân'ın (Vâkıa, 56/75-77) ve peygamberin (Yâsîn, 36/1-4) hak olduğunu, ceza, va'd ve vaîdin mutlaka gerçekleşeceğini (Zâriyât, 51/1-5; Tûr, 52/1-8) bildirmek için yemin edilmiştir.
Yemin, sözü tekit etmeyi ve muhatabı sözün doğruluğuna inandırmayı hedeflediği gibi yemin edilen şeyin değerini ve şanını da ifâde eder. (İ.K.)
BÂTINÎ MANÂ-ZÂHİRÎ MANÂ
Gizli anlam demek olan bâtınî manâ; Kur'ân'ın ilk bakışta anlaşılan anlamının dışında ancak inceleme, araştırma ve düşünme ile elde edilen, âyetin işaretinden kalbe doğan mana; açık anlam demek olan zâhirî manâ ise, Kur'ân lafızlarının zâhirinden anlaşılan manaya denir. Zahîrî manâ "ne diyor", bâtınî manâ ise, "ne demek istiyor" sorularının karşılığıdır. Kur'ân yorumcuları, Kur'ân'ın zâhirî anlamının dışında bâtınî anlamının da bulunduğunu kabul ederler. Bâtınî manaya tasavvufta "işârî ma'na" fıkıhta "dâl bi'l-işâre" (işaretle delalet) denir. İşâri/bâtınî mana; fıkıhta filolojik yapıya, kıyas ve mantığa, tasavvufta ise ilham ve işâretlere dayanır.
Bâtınî manânın geçerli olabilmesi için; zâhirî manaya aykırı olmaması, bâtınî manayı doğrulayacak bir delilin bulunması, şer'î ve aklî bir muarızın bulunmaması, batınî mananın tek mana olduğunun ileri sürülmemesi gerekir. (İ.K.)
CEBRÂİL
Dört büyük melekten birinin ismi olup, peygamberlere vahiy getirmekle görevlidir. Kur'ân'da bu meleğin ismi Cibrîl, Rûhu'l-Kudüs, Ruhu'l-Emîn, Ruh ve Rasûl şeklinde geçmektedir. Bütün peygamberlere vahyi getiren Cebrâil'dir. Kur'ân'a göre o, karşı konulmayacak bir güce, üstün ve kesin bilgilere sahip, Allah nezdinde çok itibarı olan ve diğer meleklerin kendisine itaat ettiği şerefli bir elçidir. Bu yönüyle Cebrâil kuvvet manasına gelen Cebra ile, Allah anlamına gelen Îl'den meydana gelmiş bir isimdir. Allah'ın kuvveti demektir. Yenilmez bir kuvvet ve Allah nezdinde büyük bir makam sahibi olduğu ifâde edilmiştir: "O (Kur'ân), şüphesiz değerli, güçlü ve arşın sahibi (Allah'ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrâil'in) getirdiği sözdür." (Tekvîr, 81/19-20)
Cebrâil, Hz. Muhammed'e aslî şekliyle iki kere görünmüştür. Biri Hira mağarasında ilk vahyi getirdiği zaman, diğeri de Miraç'ta "sidretü'l-münteha"da gerçekleşmiştir. Bazen de Rasûlullah'a insan şeklinde ashabtan yüzü nurlu olan Dıhye el-Kelbî sûretinde görünmüştür. İlgili hadislere göre Cebrâil dünyada ve ahirette Allah ile kul arasında elçidir. Hem meleklere hem peygamberlere ilâhî emirleri tebliğ eder, bu sebeple de Allah ile vasıtasız konuşur. Allah tarafından Cebrâil'e yüklenen misyonu inkâr etmek veya onun görevini tam anlamıyla yerine getirmediğini iddia etmek, kişiyi küfre götürür. Müşrikler ve Yahudiler Cebrâil'e verilen görevi inkâr ettiklerinden dolayı Kur'ân'ın şu âyetinde kınanmışlardır: "Kim, Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrâil'e ve Mikâil'e düşman olursa bilsin ki Allah da inkârcı kâfirlerin düşmanıdır." (Bakara, 2/98) (F.K.)
CELLE CELÂLUH
Allâh'ın adı anıldığında kullanılan bir saygı ifâdesidir. Celâl, büyüklük, ululuk ve yücelik manasına gelen Allah'ın isimlerinden biridir. Celle ise büyük ve yüce oldu anlamına gelmektedir. Celle celâluh tabiri ise, "azameti yüce ve ulu oldu" demektir. Bu tabirin yerine "Celle şânuhû" ya da "Celle ve alâ" ifâdeleri de kullanılmaktadır. Bu tabir, İslâm sanat, tezhib ve hat kültüründe Allâh lafzından sonra uygun bir biçimde yazılmakta ve zikir meclislerinde Allah'ın kudretine dikkat çekmek için zikrin başında, ortasında veya sonlarında söylenmektedir. Böylece "Allah" lafzının geçtiği yerde tefekkür, zikir, saygı ve teslimiyet hatırlatılmaktadır. (F.K.)
FEDÂİLÜ'L-KUR'ÂN
Kur'ân'ın faziletleri anlamına gelen Fedâilü'l-Kur'ân, Kur'ân'ın üstünlüklerinden ve meziyetlerinden bahseden bir ilim dalıdır. Kur'ân'ın faziletleri ile ilgili birçok rivâyet vardır. Bunların bir kısmı Kur'ân'ın bütünü, bir kısmı da belirli sûre ve âyetleriyle ilgilidir.
Kur'ân; sözlerin en güzeli, en iyisi, en üstünü, en değerlisi ve en faziletlisidir. Çünkü, Kur'ân, kelimelerinin dizilişi ve cümlelerinin kuruluşu ile tamamen Allah'a aittir. Kur'ân, apaçık bir nûr, dosdoğru bir yoldur. Ona sarılan doğru yolu bulur, onunla hükmeden âdil, onu öğrenen âlim, onunla amel eden sâlih olur. Kur'ân'ı terk eden hak yoldan sapar, emir ve yasaklarına uymayan günah bataklığına dalar ve ziyana uğrar. Süyûtî, Kur'ân'ın faziletleri ile ilgili sahih haberleri bir araya getirmiş ve eserine "Hamâilü'z-Zehr fî Fedâilü's-Sûver" adını vermiştir.
"Sizin en hayırlınız Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir" hadisi (Tecrid, XII,240) Kur'ân'ın faziletine işaret eden haberlerin en meşhurudur. (İ.K.)
FURKÂN
Îmânı küfürden, ihlası riyadan, tevhîdi şirkten, hakkı bâtıldan, doğruyu eğriden, hayrı şerden, iyiyi kötüden, helalı haramdan, tayyîbi habîsten... ayıran ve gerçekleri açıklayan demektir. Bu kelime Kur'ân'da 7 âyette geçmiş Kur'ân ve Tevrat'ın adı/sıfatı (Âl-i İmrân 3/4; Bakara, 2/53), Bedir savaşı (Enfâl, 8/41) ve insana verilen hak ile batılı, iyi ile kötüyü birbirinden ayırt etme yeteneği (Enfâl, 8/29) olarak kullanılmıştır.
Furkân aynı zamanda Kur'ân'ın 25. sûresinin adıdır. Sûre Mekke'de inmiş ve 77 âyetten oluşmaktadır.
Kur'ân ve ilâhî kitapların hepsi furkândır; hakkı bâtıldan ayırır, gerçekleri açıklar. Bedir savaşına yevmü'l-furkân (furkân günü) denilmiştir. Çünkü bu savaş mü'minle kâfiri birbirinden ayırmıştır. İnsanın furkân yeteneğine sahip olabilmesi için mü'min ve muttakî olması gerekir: "Ey mü'minler! Allah'a karşı gelmekten sakınırsanız (ittika) Allah sizi Fürkân sahibi yapar / size iyi ile kötüyü ayırt edici anlayış verir..." (Enfâl, 8/29) âyeti bu gerçeğin ifadesidir.(İ.K.)
GARÎBÜ'L-KUR'ÂN
Garîb üstü kapalı ve zor anlaşılan söz, yabancı demektir. Terkip olarak "garîbü'l-Kur'ân", Kur'ân'ın zor anlaşılan kelimeleri anlamına gelir. Kelimelerin zor anlaşılması; ya anlamının kapalı ya da şâz ve yabancı oluşundan kaynaklanır.
Kur'ân, Arapça (Fussilet, 41/2-3; Yûsuf, 12/2) ve büyük çoğunlukla Kureyş lehçesi ile inmiştir. Diğer Arap lehçelerinden kelimeler de vardır. Mesela "azap" anlamına gelen "ricz" kelimesi Tayy; "farz" anlamına gelen "nihle" kelimesi Kays lehçesinden alınmıştır.
Kur'ân'da Arapça olmayan kelimelerin bulunup bulunmadığı dil bilimcileri arasında ihtilaf konusu olmuşsa da, şu bir gerçektir ki her dile diğer dillerden kelimeler girmiştir. Bu, Arapça için de söz konusudur. Dolayısıyla Kur'ân'da az da olsa Arapça'ya diğer dillerden girmiş kelimeler vardır. Mesela; "çamur" anlamına gelen "siccîl" Farsça, "kitap" anlamına gelen "rakîm" Rumca, "dağ" anlamına gelen "tûr" Süryânice asıllı kelimelerdir.
"Garîbü'l-Kur'ân", tefsîrde bir bilim dalıdır. Anlaşılması zor olan kelimeleri konu edinir. Kur'ân yorumcusu sahabî Abdullah ibn Abbas bu ilmin öncüsüdür. Bu ilim dalında "garîbü'l-Kur'ân" ve "müşkilü'l-Kur'ân" adında pek çok eser yazılmıştır. Ebû Ubeyde Kâsım ibn Sellâm, Ebû Bekr es-Sicistânî ve İbn Kuteybe'nin "Garîbü'l-Kur'ân", Râğıb el-İsfehânî'nin "el-Müfredât fî Garîbi'l-Kur'ân" adlı eserleri bu sahada yazılmış önemli kitaplardan bir kaçıdır. (İ.K.)
KELÂMÎ TEFSÎR
Allah-insan ilişkisinin îmânî boyutu, Allah ve O'nun sıfatları, peygamberlik, âhiret hayatı, büyük günah işleyenin durumu... vb. konular Kelam ilminin alanını oluşturmaktadır.
Kelam bilginleri, bu ilim dalı ile ilgili Kur'ân âyetlerini yorumlamışlar, değişik görüşler serdetmişler ve Cebriyye, Matürîdiyye, Eş'arîlik, Mûtezile, Hâricilik ve Şi'a gibi farklı ekoller oluşturmuşlardır. Bu mezheplerden her birinin Kur'ân'la ilgili yorumlarına genel olarak kelâmî tefsîr denir. İmam Mâturîdî'nin "Tevîlâtü'l-Kur'ân" adlı eseri, bu usülle yazılmış tefsirlerden biridir. (İ.K.)
KIYAS
Sözlükte "bir şeyi diğer bir şeyle ölçmek, karşılaştırmak, iki şeyi birbirine eşitlemek" gibi anlamlara gelen kıyas, fıkıh usulünde, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü, Kitap veya sünnette hükmü bilinen bir meseleye göre açıklamak manasını ifade etmektedir. Başka bir tanımla, hakkında nass bulunmayan bir meseleye, aralarındaki ortak illet sebebiyle, hakkında nass bulunan meselenin hükmünü vermek demektir.
İslâm hukukçularının çoğunluğu, kıyasın amelî hükümlerin bilinmesinde bir delil ve İslâm hukukunun esaslarından biri olduğu konusunda ittifak etmişlerdir. Kıyasın delil olabileceğine delalet eden âyet ve hadisler bulunmaktadır (bk. Nisâ 4/59; Sâd 38/28; Muhammed 47/10; Haşr 59/2; Tirmizî, Ahkam, 3; Daremî, Mukaddime, 19).
İslâm dini, son dindir, kıyamete kadar başka bir din gelmeyecektir. Bu nedenle, kıyamete kadar ortaya çıkacak bütün olayların hükümlerini kapsayacak zenginlikte olması gerekir. Halbuki, Kur'ân ve sünnetteki nasslar sınırlıdır ve başka nass da gelmeyecektir. Buna karşılık, karşılaşılan olaylar ise sınırsızdır. Sınırlı kaynaklarla, sınırsız olaylar karşılanamayacağına göre, yeni ortaya çıkan olayların hükümlerini elde etme yolu, hakkında nass bulunan hükümlerin hangi gerekçelerle konduğunu belirleyerek, benzeri olaylara uygulama şeklinde olacaktır. Bu da kıyastır.
Kıyasın, asıl, fer', hüküm ve ortak illet olmak üzere dört rüknü bulunmaktadır. Asıl, kendisine kıyaslanan, hükmü nass ile belirlenmiş mesele demektir. Buna makîsun aleyh de denir. Fer', hakkında nass bulunmayan meseleyi ifade eder. Hüküm, asıl hakkında nassla sabit olan ve kıyas yoluyla fer'e uygulanmak istenen hükümdür. İllet ise, hem asıl, hem de fer'de bulunan ortak vasıftır. (bk. İllet) (İ.P.)
KÜTÜB-İ SİTTE
Hz. Peygamber'in hadislerini toplayan meşhur eserlerden altısına verilen isimdir. Kütüb-i Sitte diye anılan bu eserler şunlardır: Buhârî (ö. 256/869) ve Müslim (ö. 216/831)'in el-Câmi'u's-Sahih'i, Ebû Dâvûd (ö. 275/888), Nesâî (ö. 303/915), Tirmizî (ö. 279/892) ve İbn Mâce (V. 273/886)' nin es-Sünen'leri. (A.G.)
LEDÜN İLMİ
Ledün, zaman ve mekân zarfıdır, "...de,..da, yanında, nezdinde, zamanda" anlamına gelir. Tasavvufta Allah'tan vasıtasız gelen bilgi, ilhamı ifade etmektedir. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır: "Ve orada kendisine katımızdan üstün bir bağışta bulunarak (özel) bir bilgiyle (ilm-i ledün) donattığımız kullarımızdan birine rastladılar" (Kehf, 18/65). Mutasavvıflar bütün ilimlerin Allah katından geldiğine inanırlar. Ancak, zâhiri ilimler melek ve Peygamber aracılığı ile gelirken, ilham doğrudan aracısız olarak Hak'tan gelir. Bu sebeple ilhama da ledün ilmi denilmiştir. İlm-i ledün, çalışmakla öğrenilmez, tamamen ilâhi bir mevhibedir. (M.C.)
TASAVVUF
Sözlükte "yün giymek, saf olmak" anlamına gelir. Tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: "Kötü huyları terk edip güzel huylar edinmektir", "Hakk ile birlikte ve O'nun huzurunda olma hâlidir", "tasavvuf, baştan başa edebtir", "nefisten fânî, Hak ile bâkî olmaktır", "Hakk'ın seni sende öldürmesi ve kendisiyle diriltmesidir", "temiz bir kalp, pâk bir gönül sahibi olmaktır", "herkesin yükünü çekmek, kimseye yük olmamaktır", "kimseden incinmemek, kimseyi incitmemektir." Tasavvufu her sûfi içinde bulunduğu hâle göre tanımlamıştır. Tasavvufu kısaca şöyle tanımlamak mümkündür: "Kişiye Allah'ı görürmüşcesine ibâdet etme hazzına erişmesinin yolunu gösteren ilim." Tasaavvufu bir hayat tarzı olarak benimseyen kimselere de sûfi veya mutasavvıf denir. (M.C.)
TASAVVUFÎ TEFSÎR
Tasavvuf, Kur'ân'ın sezgisel ve duygusal yönünü temsil eder. Tasavvuf kavramı, Kur'ân'da lafız olarak yoksa da ilke, amaç ve hayat tarzı olarak vardır. Kur'ân'ın ahlak, tefekkür, zikir, tesbih, tahmid, tekbir... vb. kavramlarını mutasavvıflar kendilerine konu edinmiş, ilgili âyetleri tefsîr etmişlerdir. Mutasavvıflar, yaptıkları tefsîre "işârî tefsîr" ismini vermişlerdir. İşârî tefsîr; ilk anda akla gelmeyen fakat tefekkürle âyetin işaretinden kalbe doğan ma'nâdır. Sûfîler, riyazet ve ibadetle ledünnî/vehbî ilmi elde ettiklerini, bu ilim sayesinde zihinlerine doğan yorumları kapalı bir üslupla, remiz ve işaretlerle ifade ettiklerini söylediler. İşârî tefsîre, sûfî ve tasavvufî tefsîr de denir.
Sûfî Tefsîr iki kısma ayrılır:
1- İşârî sûfî tefsîr: Zâhirî anlam ile uyuşan gizli anlamlara ve işâretlere göre Kur'ân'ı tefsîr etmektir.
2- Nazarî sûfî tefsîr: Kur'ân'ı bir takım nazariyelere ve felsefî görüşlere uygun düşecek biçimde yorumlamaktır. Bu yorumda sûfîlikle felsefe birleştirilmiştir.
İşârî sûfî tefsîr; sûfînin riyazatına, nazarî sûfî tefsîr ise sûfînin zihninde önceden var olan düşüncelere dayanır. İşârî sûfî tefsîr yapan, işârî anlamın dışında bir ma'nâ olmadığını ileri sürmez. Zâhirî mana asıl, işârî ma'nânın ise âyette mündemiç olduğunu söyler. Nazarî sûfî tefsîr yapan ise kendi verdiği ma'nânın âyetin tek anlamı olduğunu iddia eder. (bk. Bâtınî Mana) (İ.K.)
TEFEKKÜR
Düşünmek ve hatırlamak anlamındaki fikr kökünden türeyen tefekkür, düşünme demektir.
Tefekkür, insanı diğer varlıklardan farklı kılan ayırıcı bir özelliktir. Kur'ân'-da bu kavram fiil şeklinde 18 âyette geçmiş, düşünülmesi teşvik edilmiş ve düşünenler övülmüştür. Kur'ân, gerçekleri düşünsünler diye gönderilmiştir; "(Ey Muhammed!) Sana bu Kur'ân'ı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Belki onlar düşünürler." (Nahl, 16/44). Yerin ve göğün yaratılışını, gece ve gündüzün birbirini takip edişini düşünenler, akıl sahipleri olarak nitelenmiştir: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün gidip gelişinde, elbette akl-ı selim sahipleri için ibret verici deliller vardır." (Âl-i İmrân, 3/190), Geçmiş toplumların hayat hikayeleri, göklerin yaratılışı, güneş, ay, gece, gündüz, yer, gök, kara, deniz ve diğer varlıkların insanın hizmetine verilmesi, kâinatın düzenli olarak yönetilmesi, yerin hayata elverişli oluşu, dağların, ovaların, nehirlerin, meyvelerin, bitkilerin, hayvanların var edilişi, insanın topraktan yaratılışı, evlilik ile eşler arasında sevgi ile şefkatin oluşması, uyku gerçeği ve benzeri misâller anlatıldıktan sonra bütün bunlarda düşünen toplumlar için ibretler bulunduğu bildirilmiştir (A'râf, 7/176; Yûnus, 10/24; Ra'd, 13/3; Nûh, 16/11-69; Rum, 30/21; Zümer, 39/42; Câsiye, 45/13; Haşr, 59/21).
Kur'ân'da, bu varlıkların, özellikle yer ve göklerin yaratılışı, arının bal yapması, bütün yaratıkların insanın hizmetine sunulması, kevnî ve kitabî âyetler, darb-ı meseller ve geçmiş toplumların kıssaları üzerinde düşünülmesi istenmektedir. Bütün bunlar üzerinde düşünen insan gerçeğe ulaşır. Bu âlemin, bir yaratıcısının olduğuna ve O'na kulluk edilmesi gerektiğine inanır. Nahl sûresinin 11-14. âyetlerinde tefekkür, aklı kullanma, öğüt alma ve Allah'a şükrün 4 âyette peş peşe zikredilmesi önemli bir gerçeğe işaret etmektedir. Bu gerçek şudur: Tefekkür eden aklını kullanır, düşünüp aklını kullanan kevnî ve kitabî delillerden öğüt alır, düşünen, aklını kullanan ve öğüt alan insan Allah'ı tanır. O'na îmân eder ve sayısız nimetlerine şükreder.
Bütün başarıların, buluşların, bilimsel, teknik ve teknolojik gelişmelerin temelinde tefekkür vardır. Düşünen, aklını kullanan, ibret alan ve nankörlük etmeyen fert ve toplumlar gelişir, huzurlu ve mutlu olur. Bu sebeple tefekkürü İslâm, ibadetler arasında saymıştır. İnsan, son ilâhî kitap Kur'ân ve kâinat kitabı olan tabiat ve tabiat kanunu üzerinde düşünmeye teşvik edilmiştir. Düşüncenin, kötüye, kötümserliğe, zarara ve ümitsizliğe değil; iyiye, iyiliğe ve faydalı olana yönelmesi gerekir. Düşünen insan, akıllı, üretken ve verimli olur. Bu sebeple, bütün çağdaş toplumlar, düşünceye ve düşünce özgürlüğüne çok önem vermişlerdir. (İ.K.)
TEFSÎR USULÜ
Usul; metot, yöntem, ilke, esas, kural demektir. Tefsîr usulü, Kur'ân-ı anlamak, yorumlamak, açıklamak ve îzah etmek için takip edilmesi gereken esas ve yöntemleri konu edinen bir metodoloji bilim dalıdır. Tefsîr usulü; Kur'ân tarihi, Kur'ân'ın inişi, vahiy ve çeşitleri, âyet, sûre, Kur'ân'ın yazılışı, toplanması, çoğaltılması, tefsîri, tefsîrle ilgili ilimler, tefsîr, te'vil, meal, tercüme kelimeleri tefsîr çeşitleri, tefsîr tarihi... vb. konularını işler. (İ.K.)
TEFSÎR VE TE'VÎL
Tefsîr kelimesi "fesr" veya "sefr" kelimesinden türemiştir. Fesr; sözlükte doktorun hastalığı teşhis için suya (idrara, kana, balgama) bakması, bir şeyi beyan etmek, keşfetmek, üzeri kapalı bir şeyi açmak; sefr ise, kapalı bir şeyi açmak, aydınlatmak ve keşfetmek anlamlarına gelir. Istılahta; anlamı kapalı olana, manası zor anlaşılan sözden ne kastedildiğini açıklama demektir. Tefsîr kelimesi daha çok Kur'ân kelime, terkip ve cümlelerinin ne anlama geldiğini açıklamak, müşkül ve garîp lafızları izah etmek, Kur'ân'ı yorumlamak anlamında kullanılır.
Te'vîl; geri dönme anlamındaki "evl" kökünden gelir. Bu kavram sözlükte; açıklamak ve beyan etmek; ıstılahta, çok anlamlı kelime ve cümlelerdeki anlamlardan birini tercih etmek demektir. Tefsîr ilminde te'vîl, âyetlerdeki olası anlamlardan birini, âyetin bağlamı ve Kur'ân bütünlüğü dikkate alınarak tercih etmek anlamında kullanılır.
İlk önceleri tefsîr kelimesi kullanılmış, Kur'ân'ı savunma döneminden itibaren de te'vîl kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. Zamanla bu iki kelime birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Meselâ Kur'ân yorumcusu Taberî (ö. 310) te'vili, tefsîr anlamında kullanmıştır. İmam Matürîdî, tefsîr ile te'vîlin farklı anlamlarda olduğunu söylemiştir. Ona göre tefsîr; peygamberin ve ashabının yorumu, te'vîl ise İslâm âlimlerinin yorumudur.
Tefsîr ile te'vîl arasında farklar vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Tefsîr'de kesinlik, te'vîlde ise ihtimaller vardır. Tefsîr te'vîlden daha geneldir. Tefsîr, lafızlarda, te'vîl ise manalarda olur. Tefsîr rivâyetle, te'vîl ise dirâyetle ilgilidir.
Tefsîr, lafzın konulduğu manayı hakîkî veya mecâzî olarak beyan etmektir. Te'vîl ise iç anlamını, lafızdan murat edilen gerçeği açıklamaktır. Meselâ inne Rabbeke le bi'l-mirsâd (Rabbin gözetleme yerindedir) (Fecr, 89/14) âyetindeki; "mirsâd", gözetlemek anlamındaki rasd kökünden gelir, mif'âl formunda mekân ismidir, "gözetleme yapılan yer" demektir şeklinde yapılan açıklama tefsîrdir. Allah'ın gözetleme yerinde olduğunun bildirilmesinden maksat; "Allah'ın insanların bütün yaptıklarını görmesi, bilmesi ve onları denetlemesi, böylece, Allah'ın emir ve yasaklarına uyması konusunda gevşeklik ve gafletten uyarmasıdır" şeklindeki izah ise te'vîldir. Tefsîr, "sâibe" ve "bahîr" (Mâide, 5/103) kelimeleri gibi garîb lafızları izah etmede veya Kur'ân'ı veciz cümlelerini şerhetmede veya "nesîe küfürde artmadır" (Tevbe, 9/37) âyetinde olduğu gibi mahiyeti ancak tanımla bilinebilen cümleleri izah etmede olur.
Fıkıh usulü ilminde te'vîl, lafzı zâhir anlamından çıkarıp bir delile dayanarak ona zâhir olmayan bir mana vermektir. Bir lafzı te'vil edebilmek için o lafzın zâhir ve nas olması gerekir. Müfesser ve muhkem bir lafızda te'vil olmaz. Te'vîl, lafzın olası anlamlarından biri olmalı ve bu konuda şer'î bir delil bulunmalıdır. Lafızda bulunmayan bir anlamı o lafza yüklemek te'vîl değildir.
Tefsîr ve te'vîl, bir ilim dalıdır. Bu bilim dalında, Kur'ân yorumlanır, kelime ve cümlelerin anlamları, hüküm ve hikmetleri açıklanır. Bu konuda çeşitli bilim dallarından faydalanılır.
Tefsîr ve te'vîl yapılırken önce Kur'ân'a müracaat edilir. Âyetler, âyetlerle tefsîr edilir. Sonra peygamberin hadislerine, sonra varsa sahabe sözlerine bakılır. Garip kelimeler için sözlüklere bakılır, semantik tahlil yapılır. (İ.K.)
ÜSLÛBÜ'L-KUR'ÂN
Üslûp; tarz, yol, biçim, metot, usul; uslûbü'l-Kur'ân ise, Kur'ân üslûbu demektir. Bununla maksat; Kur'ân'ın hem içerik ve anlam hem de şekil ve lafız yönünden kendine özgü bir metodunun olmasıdır. Kur'ân ne şiirdir ne de nesir. Secili ifadeleriyle şiire benzer, ancak şiir kalıplarına uyan bir vezni yoktur. Nesir yazılarına benzer ancak tam bir nesir yazı da değildir. Kur'ân'ın kendine özgü bir ifade tarzı vardır. Mümini müjdelerken kâfiri inzâr eder, helâla teşvik ederken haramdan sakındırır. Konu içinde konu anlatır. Kıssa anlatırken hüküm ortaya koyar, geçmişi anlatırken geleceğe yöneltir. Hasılı Kur'ân, her yönüyle bir şaheserdir. (İ.K.)
ZÂHİR - BÂTIN
Bir şey gizliyken açığa çıkmak, açık olmak, yüksek ve gâlip olmak, üzerine çıkmak, bir şeye vâkıf ve nâil olmak, kahretmek, yardım etmek anlamlarındaki "z-h-r" kökünden türeyen zâhir, açık, vâzıh ve âşikâr; gizli olmak, içerde olmak, içine nüfuz etmek, girmek ve bir şeyin iç yüzünü bilmek anlamındaki "b-t-n" kökünden türeyen bâtın ise gizli, açık olmayan demektir.
Allah'ın sıfatlarından olan zâhir ve bâtın, "O zâhirdir ve bâtındır..." (Hadîd, 57/3) âyeti ile Tirmizî ve İbn Mâce'nin el-esmâü'l-hüsnâ ile ilgili rivâyetlerinde geçmiştir (Tirmizî, Deavat, 83; İbn Mâce, Dua, 10).
Allah'ın sıfatı olarak zâhir, varlığı her şeyden âşikâr olan, her şeye galip gelen, her şeyden yüce olan; bâtın ise, hakikati akılla idrak olunamayan, hayal ile tahayyül edilemeyen, duygularla hissedilmeyen, her şeyin iç yüzünü, sırlarını bilen demektir.
Allah; fiilleriyle zâhir, açık, bilinen, inkârı mümkün olmayan varlıktır. Her şey O'nun varlığına delâlet eder. Zâhir ismi bunu ifade eder. Ancak Allah'ın zâtını bilmek, künhüne vakıf olmak mümkün değildir. İnsan aklı buna yetmez. Bâtın ismi de bunu ifade eder. (İ.K.)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder